Hafıza Yazısı: 24 ( Gazi DEDELER/ Elbistan)
SESSİZ HICKIRIK
ELBİSTAN DEPREMi,
Evin temeli yer üstüne çıktı tekrar yerine oturdu dedi biri. Başka biri önce ışık çaktı sonra gök gürledi yattı yattı kalktı binalar dedi. Yol dedi yol kıvrıldı resmen. Ayakta duramadık dedi, yere yatmak zorunda kaldık. Arabayı süremedim, ne oluyordu anlamadım durdurmak zorunda kaldım indim ama bende yürüyemiyordum diyordu…
4,17 sabahın zifiri karanlığının uykuyu derinleştirdiği anda, o derinliği sarsan bir gürleme ve ardından gelen sarsıntı yürekleri yerinden fırlattı...
Uykudan nasıl uyandık hissetmek hayli zor. Uyandık mı onu da bilmiyorum ya!
Yatağın kenarında oturduğumu hatırlıyorum ne yapacağımı bilemez bir halde…
Yan odada yatan oğluma sesleniyorum oğlum kalk deprem oluyor…
Kaç kez bağırdım nasıl bağırdım bilemiyorum. Duydu mu onu da bilmiyorum.
O da bana bağırırmış deprem oluyor, yatağın yanına uzanın diye ama duymak ya da anlamak ne mümkün. Ne olduğunu anlayamadığımız o anlarda… Bitmiyordu, Bu kadar uzun süren bir deprem olamazdı.
Aklın almadığı, mantık kurallarının işlemediği, kıyameti andıran defalarca yaşadığımız bu şey, gerçekten neydi? Sarsıntı veya deprem diye adlandırmak çok basit kalırdı. Ve hala adlandırmakta zorluk çekiyorum. Yaşadığımız bir deprem değildi, anlatılması imkânsız bir felaketti. Çaresizliği, insanın bir şey yapamadığı, düşünemediği ölümü dahi hissedemediği bir çaresizlik nasıl anlatılır ki…
Yokluktan gelen aileler olarak başarı ve gücü yakalamanın keyfiyle yaptığımızı zannettiğimiz beton kaleler içinde korunaklı ve lüks yaşadığımızı zannederken yaşadıklarımız zayıflığımızın, çaresizliğimizin ve dahası hiçliğimizin bir deliliydi adeta.
Deprem biraz olsun sakinleşince ( o anlatılması zor sarsıntı ve gürültüye rağmen) yaşadığımızı zannettiğimizde evden kendimizi sokağa atmayı akıl edebildik, ürkek ve şaşkın vaziyette. Kalemizi boşaltma yani savunmasız ve korunaksız kalma haliydi bu. Bir de sanki soğuk ve kış da depremle yarışır gibi bizi vurmaya çalışıyordu; ama -25’lerde ayazla buluşmuş soğuğu bizim hissetmemiz neredeyse imkânsız gibiydi.
Bizim gibi komşularda inmişler, bazıları arabalarına binerek daha da uzaklara gitmeye başlamışlardı. Ben yanı başımda kucağında yeni doğmuş bebeğiyle üşümeyi hissetmeyen anneyi görünce soğuğu hissettim ve arabaya binmek aklıma geldi, kendi ailemle birlikte, çocuklu anneyi alarak.
Arabayı ısıtmayı ancak çok sonra düşünebildim. Hala depremi anlayamamıştık, şaşkınlık ve korku ne yapmamız gerektiğini bize düşündürmüyordu. Saatlerce korkuyla araba içinde gezdik, şanslıydık! Ölmemiştik binamız da yıkılmamıştı. Şehrimizde 5 bina yıkılmış 15 civarında insanımızı kaybetmiştik. Ölmediğimize ve evimizin yıkılmadığına sevindik, hemen evine dönenler olmaya kalktı, giyinmeye ihtiyaç gidermeye vs.
Korku bırakmıyordu, kaçışlarda başlamıştı. Bizde sığınak arıyorduk, çok güvendiğimiz beton kalelerimiz bizi koruyamıyordu.
Köye tek katlı evlere sığınmaya karar verdik ve akrabalarla birlikte köye gittik. Depremi atlattığımızı zannedip güzel bir yemek yemenim keyfini hayal ediyorken aynı zamanda tanıdıkları arayarak durum soruyorduk ki, tam o esnada (saat 13,24’te) daha şiddetli bir gürültü ve sarsıntı, siz kimsiniz, hemen unutmaya kalkıyorsunuz ölümü dercesine, geceki depremden daha da korkunç bir şekilde bizleri sallıyordu. Çocuklar, kadınlar feryatlar içinde yine ne yapacağımızı bilmeden çocukları ve yaşlı kadınları tutup çıkarmaya çalışıyorduk, elbette korkuyoruz. Yine deprem durmuştu ama artık sığındığımız bu eve de korkudan giremiyorduk... Hemen ilçeyi arıyorum. Kimi arasam bittik, Elbistan kalmadı diyorlar, bende sanki onlarla birlikte yıkılıyor bitiyorum. Yan tarafta tandırlık, hazın damı denilen çok basit bir çatı altına sığınıyoruz, lakin artçılardan oluşan uğultulu gürültüler bizi durdurmuyor. Yeniden arabaya sığınıyoruz. Gidecek yer, sığınacak mekan yok, korkuyoruz…
O korkuyla Elbistan’a bakmak, yardım etmek için şehre geçiyorum; ama nereye baksam bir felaket, Elbistan bir kıyametten çıkmış gibi sanki! Evet evet tıpkı bir provası! Yıkıntılar altında sayısızca insan, yardım imkânı yok. Yıkılmayan kendi işyerinden kaçarken, yıkılan karşı binanın altında kalan arkadaşımı duyuyorum; binalar yıkılıyor üstüme…
Telefonum çalıyor açıyorum bir tanıdığımın evi yıkılmış, ölümden zor kurtulmuşlar. Bir arkadaşı evinin altında kalmış ne olur iş makinası getir, “aha da burada” ne olur çıkaralım diye feryat ediyor. Herkes kendi yakını ya da komşusunu çıkarma telaşında… Ama nafile, iş makinası yok! Çare yok! Tutunacak bir dal bile yok! Arz, sanki öfkeyle çıldırmış da Elbistan’ı yerle bir etmişti… Ve ölüm gezmedeydi her yerde, sanki ölüm merhamete gelmiş de sevdiklerimize kol kanat germişti üzerlerine binaları yıkarak üşümesinler diye… Bir kez daha ölüyorum…
Tanıdıklar birbirimizi arıyoruz, bir arkadaşımız yarı yıkılan apartmanda yıkılmayan yerde annesiyle kalmış, hemen yardıma koşuyoruz, iş makinası bulmak ne mümkün çıkaramıyoruz. Seni alalım anneni de sonra alırız diyoruz olmaz diyor, beni alırsanız o ölür burada, ancak beraber çıkarız ya da beraber ölürüz. Keşke bizde ölsek o an.
Şehir dışından arıyorlar ne yapabiliriz diye gıda, battaniye giyecek göndereceklerini söylüyorlar, araç diyorum araç insanları başka şehirlere ulaştıralım soğuktan ölürler.
Şehir yolları bir an kilitlendi yardıma gelen iyi yürekli insanlar ve evi yıkılan insanların şehri terkiyle. Kimler öldü bilinmiyordu hatta sorulmuyordu o kadar çoktu ki. Kimin nasıl öleceği, ya da nasıl kurtulacağı da bilinmezmiş! İhtiyaç için evine çıkan insanlar, hadi çıkalım artık evden derken 10-15 saniye önce çıkan merdivende can veriyor, 10-15 saniye geç kalan can arkadaşı yatak kenarına düştüğü ve cep telefonundan arandığı için kurtuluyordu. Ailecek asansöre binenler yıkılan bina altında asansör içinde su basmasına rağmen asansörün korumasıyla 3 gün sonra canlı olarak kurtarılıyordu.
Bilinmiyordu ölümün ya da yaşamın şekli.
Şehri terk başlamıştı. Kimse dönüp uğruna kavgalar verdiği evine bakmıyordu bile. Eşyalarını unutmuşlardı artık. Kurtulduklarına seviniyorlardı. İyi insanlar da ortaya çıkmıştı deprem vesilesiyle buradayız, yanınızdayız diye bir şeyler yapmanın gayretine düşmüşlerdi. İyiliğin ölmediğini gösteriyorlardı ama ölen bir şeyler vardı.