Hafıza Yazısı: 34 (Doç. Dr. MEHMET SAĞLAM)
DEPREMDE HAFIZAM KALDI
(Editör: Ali YALÇIN)
Hafıza Yazısı: 34
(Doç. Dr. MEHMET SAĞLAM)
“ORADA KALDIM”
Aslında hayat çok güzel/garip/tuhaf/zor/acımasız… Bu kavramları arttırarak tanımlayabiliriz hayatı, çünkü 06 Şubat gecesi ve sonrasında hepsini ve daha fazlasını anlattı hayat. Bir dost meclisinde başlayan gün, yağan kar ile birlikte akşama dönerken, kartopu oynamış çocukların yanaklarındaki pembelik kadar güzel ve mutlu bir akşam olmuştu. Babaları ile birlikte Galatasaray maçına tempo tutan birkaç çocukla galibiyet keyfi yaşarken aslında kar tatili ile bir gün daha uzayan tatilin sevincini kutluyor, soğuması için balkona bırakılan kabak tatlısının buğulandırdığı balkon camları sanki bütün kötülükleri görünmez kılıyordu. Uykuya kapanan gözlerin bir kâbusa uyanacağını bilmeden kapanması ile dehşete uyanması arasında sanki birkaç saniyelik asırlar vardı.
Zamanın hızlı aktığını söyleyen, ne de çabuk geçti zaman diyen herkes yalan söylüyordu. Saniyeler yıl, dakika asır olmuştu. Size sarılan ve sığınan bir evlat kollarınızın arasında iken arkanızda çöken bir mutfağa sadece gözünüzün ucu ile bakabiliyorsunuz. Sanki hiç bitmeyecek o anda aslında hayat durmuştu, zaten bazıları için sonrasında devam etmedi. Bitmeyeceğini sandığımız kâbus bitip uyanınca, en güvenli olan sığınağımızdan, yuvamızdan kaçmak için adeta zamanla yarışıyorduk. Kapının önüne devrilmiş olan dolabı kaldırmaya gücümün yetmediği andaki acizliğimi ve çaresizliğimi çalan bir telefona sadece “biz iyiyiz sizde iyi misiniz?” diyerek aşmıştım. Sürünerek dolabın altından geçerken benim oyun oynadığımı sanan ve henüz bu dünyaya 3 yıl dahi sığdırmamış olanımız geri kalanlara da güç vermişti. Babasını takip edip sürünerek o kabustan hepimizi çıkaran da belki de O’ydu. Açılmayan kapımızı yumruklayan karşıdaki ama aslında içimizdeki diğer kapının sakini sesimizi kapının arkasından duyunca tamam dedi. Bu tamam; her şeyi bırakıp kaçtığımız, merdiven boşluğunda onlarca insanın feryadı ile birlikte sokaklara aktığımız 11 katı bir nefeste indiğimizin tamamıydı.
Gün ağarırken manzara ortaya çıkmış ama “ikinci kıyamet” henüz kopmamıştı. Neyi beklediğimizi bilmeden bekliyorduk çünkü bizi sarıp sarmalayan dünyanın bütün kötülüklerinden kaçıp sığındığımız evimiz yoktu. Son kez birlikte çıkmıştık. İnsan sevdiği birini ya da bir yeri eğer bir daha göremeyecekse onu en güzel hali ile hatırlamak için son kareyi en güzel yerden alır. Bu defa öyle olmamış son kare en kötü resmi hafızaya almıştı. Hava soğuk, insanlar çaresiz ama mücadele kaçınılmazdı. Birkaç saat sonra bir okuldaydık, bizim gibi onlarca insanla birlikte. Birbirinin yüzüne şaşkın ve korku dolu gözlerle bakan insanlar, ne olduğunu biraz anlayan ya da hiç anlamayan çocuklar. Herkes bekliyor, birilerini arıyor emin olmak istiyordu. Her dakika çaresizliğimize yeni bir yük bindiriyordu. Ama umudu ayakta tutacak bir şeyler lazımdı. Çok geçmeden onu buldum. Hem de yine en küçüğümüzün elinde buldum. Okulda bulduğu bir bant ile yanıma gelip “bununla kırılan duvarlarımızı yapıştıracağız” diyen ses ve bana bakan gözler aslında umudun hiç bitmediğini insan varsa, iman varsa bir de imkân olduğu gerçeğini yüzüme haykırmıştı. Buğulanan gözlerde artık umutta vardı.
Gidecek bir evimiz yoktu, sanki derin bir kuyuya atılmış gibi beklerken aslında hiç dinmeden tüten baba ocağı ile o kuyudan çıktık. “İyi misiniz?” diyen sesin sahibine gittik, artık ben de çocuktum ve annemin ellerine, babamın kanadının altına sığınmak istiyordum. Ama olmadı. Her şeyin geçtiğini düşündüğümüz anda yeniden başladı. Korku dolu gözlerle belki mevsimin en soğuk günlerinde, yağmurdan daha hızlı yağan kar tanelerine aldırış etmeden dışarı çıktık. Artık her şey daha zordu. “Küçük kıyamet” kopmuştu, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmadı da.
Sığınacak bir yer bulmak, sıcak bir sobaya, bir kâseye çorbaya ulaşmak lüksüne birçok kişi çok uzaktı. O dehşetli günün ilk gecesi geçmek bilmiyor, hava soğudukça soğuyordu. Sonra bir eve ulaştık, sobalı ve sıcak olan bir eve ulaştık. Üstelik sabahında sıcak bir çay, ekmek ve zeytin olan, o günlerde birçok kişinin imrenerek baktığı bir ev. Zaman ilerlerken ölümler ve soğuk aynı oranda artıyor, biri ne kadar acı veriyorsa diğeri de o kadar sızı veriyordu. Acı da sızı da bitmiyordu. Biz kendi hikâyemize ağlarken herkes kendi dramında başrol oynuyordu adeta. Ama umut vardı, aramızda dolaşıyordu. Birbirlerine yardım etmek isteyen, yapılacak tonlarca işi izlemek yerine ucundan tutmaya çalışan iyi insanların elinden tutmuştu umut. O eller bir yerde enkaz kaldırıyor, bir yerde yardım topluyor, diğer yerde yardım tırlarını boşaltıyordu.
Herkes birbirine evinin hasar durumunu soruyordu ne olduğunu çok anlamadan. Ben anlamıştım, hem de eşimin ve çocuklarımın gözlerinin için bakarak evimizin ağır hasarlı olduğunu söylerken anlamıştım. Ara ara evin önüne gidip adeta hırsız gibi kendi evimizden alabildiğim eşyalarla çıkarken anlamıştım. Girilmez denilen eve her girdiğimde önce çocukların eşyalarını almaya çalışırken anladım ne olduğunu. Korkularımızın biraz azaldığı, gerçeğin artık daha çok yüzümüze vurduğu günlerde evde sağlam kalan eşyaları almak için çıktığımızda her şey daha netti artık. Balkonun camlarına buğusunu veren kabak tatlısı hala balkonda duruyordu. Evimi kendi ellerim ile yakacağımı bilseydim belki de hiç yapmazdım. Çünkü sağlam kalan birkaç parça eşyayı balkondan çıkarmak için kapıyı kırmak isteyen gence müsaade edemezdim. Kendi yaptığımı kendim bozarım dedim. Kırdığım balkon kapısının dağılan camları aslında yaşadıklarımızın da özetiydi. Dağılan sadece cam değildi çünkü…
Artık ait olduğumuz yer yoktu, istesek de ait olamıyorduk. Zorlu geçen 15 günün ardından şehirden çıkmak zorunda kalmanın verdiği karanlığın içinden hala çıkamayacağımızı bilseydik belki de o karanlık da kalırdık. Bir sevgiliye veda eder gibi çıktık şehirden, bu kadar gözyaşı azdı o sevgili için. Ama ayrılıklarda sevdadandır diyordu biri.
Bir âli’M sormuştu depremde hafızan nerede kaldı diye; hafızamı yokladım kaldığım yerleri biliyorum artık. Ben önce önümüze düşen ve kaldırmaya gücümün yetmediği dolabın önündeki acizliğimde kaldım, sonra sürünerek umuda çıkan minicik bir yürekte kaldım, tekmeleyerek kırdığım balkonumun kapısında kaldım, balkondaki kabak tatlısında kaldım, evimin hala kaldırılamayan enkazında kaldım. Ama ben asıl küçük ali’MİN duvarları yapıştırmak için getirdiği bantlarda kaldım. Çünkü o bantlar umuttu, en küçüğümüzün ya da en masum olanımızın eli ile gelmişti UMUT. İşte ben orada kaldım, üstümü başımı silkeleyip ellerimden tutan UMUDUN avuçlarının içinde kaldım.