Hafıza Yazısı: 6 - (Abdulvahap SERT – Güvenlik Korucusu)
Deprem gününün gündüzünde hikmetli yaşlıların tecrübesi ile ineklerin böğürmeleri, kuşların değişik değişik ötüşleri, köpeklerde enteresan haller varmış. Hayvanlar âleminde bir huzursuzluk, tedirginlik... Buna benzer bir gerçek büyük mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek’in “Deprem” isimli senaryo romanında da dile getiriliyor. “Birden korkunç bir uğultu. Bütün dünyayı içine çeken bir ejderha hortumundan geliyormuşçasına sesler... Birbirine karışık acı kişnemeler, böğürmeler, havlamalar, tepinmeler, hayvan çığlıkları” ardından “Masada tahtaya dikili iki mumdan başka bütün şamdan devrilir ve söner. Duvarlar çatlıyor ve aşağıya yağıyor” Hayvanlar aleminin böyle hissiyatları var mı? Bilmiyorum. Eğer varsa teolojinin değil, bilimin konusu. Biz atalarımızın tecrübeleri diyelim şimdilik.
Deprem günlerinde, resmi görevli olduğumdan saat 21.00’da eve gelebiliyordum. Eve değil, ekmek damımıza evimiz orası. Korkudan eve giremiyoruz. Ailece ekmek damında sıkışıp kalıyoruz. Birkaç gün sonra çadır da getirdiler. Biz birçok aileye göre kısmetliyiz. Bunları bulamayanlar var, fabrikalarda spor komplekslerinde, ahırlarda yaşayanlar. Yaşadığı ili terk edip öğrenci yurtlarına yerleşenler var. Can kaybımızın olmayışı en büyük tesellimiz.
Evimiz, ilk kez böylesine soğuk ve ürkütücü. Asli ihtiyaçlarımızı hızlıca evden alıp dışarı fırlıyoruz.
Büyük sarsıntının onuncu günü ilk kez soğukkanlı, sakince, biraz da çekinerek evimize girdim. On gün olmuş. Her gün bir yıl gibi geçti.
İlk kez evimize çekinerek giriyorum...İlk kez...
İlk baktığım yer kitaplığım; önceden dağınıklardı, şimdi memleketim gibi daha da dağılmışlar.
İlk kez çadırdayız. Birçok insan gibi bizde daha lüks, daha büyük, daha konforlu bir evin; şatafatlı bir hayatın hesaplarını yapıyorduk. 300 metre karelik
devasa eve sığmıyorduk, şimdi ise çadırdayız.
Gecenin belli vaktinden sonra soğuk, çekilmez oluyor. Sobaya denk gelen tarafımız ısınıyor, diğer tarafı ise üşüyor. Daracık çadırda ya babamın ayağı ikide bir burnumun dibinde ya da bizim küçük Muhammed Ali’nin kafası göğsüme yapışmış.
Zelzelenin onuncu günü erken gönderdiler. Diğer gün ise tam istirahat. Geldiğimde, Van şehrimizden, mahallemize (Dilek Örenönü Mah.) çocuklar için eldiven, bere dağıtmışlardı. Evdekiler ile ufak bir tartışma başlattım. “Bu yardımlar gerçek ihtiyaç sahipleri için, bir sürü elbiseniz var” diye. Aile sakinlerine, “Çeçenistan diye bir ülkeden gelinlik/genç kızlar çeyizlerini göndermiş. Alırken vicdanınız sızlamadı mı?” diye sordum. Annem tüm çocuklara verdiler, baş edemedik. Zaten yeterince korkmuşlar, sesini yükseltme yeter. “Hanım, eğer çok üzülüyorsan maaşını alınca miktarını AFAD’a geri ödersin” dedi. Bu mazeret benim için kabul edilemezdi. Ama çadırın içinde çocukların yeni elbise sevinçleri, deprem anını unutmuş olmaları bir anda bu tartışmayı sonlandırıp sevinçlerini kursaklarında bırakmamak için susmayı tercih ettim. Beş dakika sonra geveze kadınlar gibi yine söylenmeye başladım.
Bir köyde öğretmen, imam ve güvenlik korucusu devleti temsil eder, derdi hocam. Onlar giyimiyle, oturup kalkmasıyla, konuşmasıyla köylüye örnek olmalı. Sizin yaptığınız... Biz böyle yaparsak diğerleri ne yapar acaba...Ne yalan söyleyeyim biz de ekmek, su aldık. Sularımız çamurluydu ve daha aylarca çamurlu gelecekti. Kadınların ekmek yapacak mecali yoktu. Yapmak isteseler de ekmek damı müsait değildi zaten. Bir yardımsever, cami imamımıza dağıtması için uyku tulumu vermişti. Hoca, bana bunlar asker işi kimsenin işine yaramaz, al görev arkadaşlarına dağıt, dedi. Ayıptır söylemesi arkadaşlara dağıttığımda en az bizim çocukların bere, eldiven meselesi kadar sevindiler. İleride operasyon molalarında güzel olurmuş. Daha depremin o öldürücü pençesi ensemizde iken ileri, hep ileri, daha ileri diyoruz.
Tabi tulumdan kendimi de mahrum etmedim. Gece beni düşmanın gözünden koruyacak en kara olanını kendime ayırdım. Eşyanın, biriktirme hırsının insanı karartan hakikatine rağmen. Biz muhafazakârların dinmek bilmeyen biriktirme, para toplama içgüdüsü işte. Oysa, “para paralar, para karalar insanı.”
Her gün saat 21.00’dan sonra eve geliyor, ufak bir istirahatten sonra sefer gönüllü(sivil)olarak gecenin geç vakitlerine kadar çadır kurmaya gidiyorduk. Çünkü bir çadır bir aile demek. Yaşlıların, cihazlara bağlı hastaların, ellerini nefesinin buğusuyla ısıtmaya çalışan çocukların ısınması demekti.
Yukarıda belirttiğim gibi yorgun, bitkin ve soğuktan üşütüp hasta olmayalım diye yirmi dört saatlik güzel bir dinlenme fırsatını verdiler. Birkaç arkadaş rahatsızlanmıştı. Enerjimizi korumak adına biraz daha bilinçli çalışmak zorundaydık.
O gün ev işlerini gözden geçirdim: çadırın gelmesiyle ekmek damı mutfağımız olmuştu. Biz geniş aileyiz. Dokuz kişilik yemeği piknik tüpünde ya da ateşte pişirmek zor. En zor iş bayanların; çamaşır, bulaşık, soba, çocuklar, yemek. O hengame de hijyen takıntısı olan hanımların beylerine kolaylıklar diledim. Hapı yuttular.
İstirahat günümde ilk kez bir soluklanma ve tefekkür etme fırsatı buldum: Çadırın bir köşesinde çocuklar evcilik oynuyorlar. Yaşadığımız dünya hayatının misali çadırda çocukların oynadığı evcilik oyunu gibi. Çocukken oynayıp oyalandığımız tahta atlarımız, topacımız, bilyelerimiz geldi aklıma. Büyüdükçe oyuncaklarımızın ismi değişmiş sadece. Ev, araba, tarla, dükkân olmuş. Oyun ve oyalanma aynen devam ediyor.
Bizimkiler “Yüzün çökmüş, gözlerin kan çanağı, sanki saçların daha beyazlamış dediler” İlgisi var mı bilmiyorum. Aklıma şu ayet geldi:
“Çocukları bir anda ak saçlı ihtiyarlara çeviren Kıyamet Günü gelip çatınca kendinizi Allah’ın azabından nasıl koruyacaksınız?” Başka meallerde “küçük bebeklerin, ak saçlı ninelere döndüğü gün” olarak çevrilir bu ayet. Yani keder, üzüntü, bunalım, depresyonun zirvesi. Ahiret yurdunda ki cezanın büyüklüğü, dehşeti üzerinde düşünmeye başladım ister istemez. Öyle bir gün ki, o gün “kişi annesinden, babasından, çocuklarından kaçacak” Çünkü herkesin kendine yetecek bir derdi olacak.” Kerim kitabımızda bahsedilen son saat, mahşer ile ilgili sahneler film şeridi gibi canlandı. Eğer bu dünyadaki sorumluluklarımızı yerine getirirsek ahiret yurdunda kimseden kaçmayacağız. Hesap gününde kaçtıklarımız bu dünyada yerine getirmediğimiz görevlerimizdir aslında.
Çadırın içinde yakılmış sobaya iki odun daha attıktan sonra bir köşeye büzülüp dışarıyı, yaşanılan trajediyi ve talihimizi düşündüm.
Dışarısı soğuk ve ürkütücü. Tir tir titreyen çocuklar, yaşlılar, kadınlar...Kara kışı, zemheriyi düşündüm. Zaten kıştan başka mevsim mi gördük? Çetin günler, fırtınalar, dağdağalar eksik oldu mu coğrafyamızdan?
Dışarısı kıyamet provası: öfke, tedirginlik, kaçışma ve ölüm.
Kahrolası çarpık, sahte, bilinçsiz kentleşme. Demir ve beton medeniyetinin altında zemheriyi ısıtıyor kanımız. Şirketokrasinin, statükonun zulümleri bitmiyor. Doğal afetler veya emperyal zulümler ne fark eder ki?
Biz yine de baharı bekleriz, kara kış devam etse de, elbet bir gün güneş doğacak, dağdan buzları eritecek. Zaten toprakla kucaklaşmak kaderimiz değil mi? Diye bir teselliye sığındım.