Ertaç ÖNAL
[email protected]
Halil Kut Paşa komutasındaki Türk birlikleri, 8 Aralık 1915'te Kut'ül Amare'ye sığınan İngiliz mevzilerini kuşattı. Kut'ül Amare kuşatması 4 ay 23 gün devam etti, bu kuşatmaya dayanamayan İngiliz komutan General Charles Townshend 29 Nisan 1916'da bütün askerleriyle birlikte teslim olmak zorunda kaldı. 13 bin 300 kişilik İngiliz askeri birliğinin tamamının esir alınmasıyla kuşatma son buldu. Bu zafer, Birinci Dünya Savaşı'nda Türk ordusunun Çanakkale'de kazandığı zaferden sonra elde ettiği en büyük başarı olarak tarihteki yerini aldı. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'nin ardından Kut'ül Amare'de Osmanlı İmparatorluğu'na ikinci kez mağlup oldu.
***
“Denizin kenarlarına estihkâm eşmişler, oraya daş torpah yığmışlar. Denizden düşman gelirse önce daş atacahsınız. Daha yahına gelirseler gözlerine torpah atacahsınız. Silah mermi yoh, daha da yahına gelirseler kürek sapıynan vuracahsınız dediler…”
Bu satırlar bir romandan alıntı değil.
Bir tiyatro oyunundan da değil.
Bu, dedelerimizin savaştığı yıllardaki koşulların ta kendisi. Kendi lehçesi ile bir Malatyalının anlattığı askerlik dönemine ait anıları…
Tarihimizin bir kesitinden gerçeğin tam olarak kendisi.
***
Bir süre önce bir kısım sosyal medyada Osmanlı ordularının İngiliz ordusunu yendiği Kut’ül Amare zaferinden günlerce konu edildi. Peki, neredeydi bu bahsi geçen yer, ne zaman hangi nedenle savaşa tutuşmuştu Osmanlı ordusu İngilizlerle? Haberi izleyen büyük bir çoğunluk bilmiyordu veya bu konudaki açıklamayı kaçırmıştı. Elimde yaklaşık kırk yıl önce ilkel şartlarda kayda alınmış bir anı kaseti vardı. Arşivimden bulup çıkardığım bu ses kasetinin yıpranan bölümlerini onarılması için muhtelif stüdyoları dolaşarak hayli uğraşmak zorunda kalmıştım.
Bu ses kaydı Yeşilyurt ilçemizin Gündüzbey Beldesinde yaşayan, orada doğup büyümüş, sekiz yıl askerlik yapmış, dört cephede savaşmış, bir kahramana aitti. Seferberlik zamanı, I. Cihan Savaşı yıllarında Çanakkale dahil dört cephede savaşan kahramanlarımızın hangi şartlarda savaştıklarının canlı tanığıydı bu anlatım.
Bu anlatımı orijinalini bozmadan Gazi Ömer Erkişi’nin kendi şivesi ve anlatım tarzı ile yorumsuz olarak kaleme alıyorum.
“Gafa kâğıdıma göre 1894 yılında Gündüzbey'de doğmuşum. (Eskiler kaybetmemek için nüfus cüzdanlarını şapkalarının altında, başlarının üzerinde taşırlardı, bu nedenle nüfus cüzdanları kafa kâğıdı olarak adlandırıldı.) Ailem fukaraydı. Çocuhken başladığım ırgatlığa ilk mektebi ohuyup ohur yazar olduhdan soyna da devam ettim. Gazancımız ancah garnımızı doyurmaya yetiydi. Ele hızmat etmekten usandığım için yigirmi yaşıma varmadan üç arhadaşımınan İstanbul’a gedip çalışmah için Halep’den İstanbul’a mal daşıyan bir kervana gatılıp yola çıhtıh. Günlerce yarı aç, yar doh yayan yol yörüyüp Samsun’a vardıh. Buradan da vapura binip İstanbul’a gettik. Bir bira fabrikasında birer altın lira aylıh maaşınan iş bulduh. Orada çalışırken harp çıhdı. Düşman gelip İstanbul’u esdila edecek diye ahalide bir gorhu ki değme getsin. Ula biz ölmeden düşman nereyi esdila ediymiş diye arhadaşım Abdullah’ınan asgerlik şubesine gedip askere yazıldıh. Bizi bir kışlaya elettiler. Savaşa girmeye hazırlanırken bize, ’geldiğiniz yere dönün sizi çağırana kadar bekleyin’ dediler. Biz de çalıştığımız fabrikaya gedip yeniden iş başı yaptıh.
Yıl 1914. Seferberlik İlan Edildi
1914 yılına gelende harp çıhtı, seferberlik ilan edildi. Ben hemen gene şubeye gedip asgere yazıldım. Tophana’da şubeye teslim olduh, bizi Sultanahmet camisine götürüp asger elbisesi geydirdiler. Birgaç gün soyna bizi Edirne Kırkağaç’a elettiler, orda 45 gün talim, terbiyeden soyna Çanakkale’ye götürdüler tam iki sene orada harp ettik. Ben 67. Alaydaydım. Bizim Alay ehtiyat alayıydı, yani hangi cephe zora düşerse biz o cepheye seğirdiydik. İki senenin sonunda bizi İstanbul Hadımköy’e, oradan da Hergele çiftliğine götürdüler. Denizin kenarına estihkam eşip daş torpah yığmışlar. Düşman denizden gelirse daş atacahsınız, daha yahınan gelirseler gözüne torpah atacahsınız. Silah, mermi yoh.
Daha yahınıza gelirlerse kürek sapıynan vuracahsınız dediler. Tam üç ay burayı bekledik. Günlük tayın sade yarım ekmek. Acımızdan öldük. Bahtıh olacah gibi değil arhadaşım Abdulah’ınan birabar dişimiz ağrıyı diye viziteye çıhtıh, bize ağrıyan dişimizi çektirmek için izin kağırdı verdiler. Oradan Kemerburgaz’a, soyna Kağıthana’ya, oradan da İstanbul’a gettik. Hangi aşçıya getsek azar, azar bir tabah, yarım tabah yemek veriyler. Neyse aşçının biri bolca yemek verip eyice garnımızı doyurdu. Bir yerden birer tene ekmek bulup çantamıza koyduh. Soyna dişçiye gidip birer tene sağlam dişimizi çektirip elimize alıp birliğimize gedip çavuşumuza gösterdik. 1 gün soyna haydi toplanın gideceksiniz dediler. Nereye? Kerküg’e (Kerkük). Bu Kerküg Mersin’den öte yanda ha... Kerküg’e geldik siperlerde iki ay bekledik.
İngiliz’in gemileri beyle alektiriginen ortalığı aydınlatıp darayı. Gemilerden durup garada alektiriginen asker arayı, geceleyin ha. İki ay dolanda bizi oradan alıp önce Halep’e, Halep’ten Şam’a, Şam’dan Gudüs’e, şu Yahudilerin olduğu yere ha. Oradan da Süveyiş Ganalı’na elettiler. Orada iki sene galdıh mı! İki senenin sonunda dediler gideceksiniz.
Nereye? Rus cephesine. Tekrardan Gudüs’e, Şam’a, Halep’e, oradan da Mardin’e götürdüler. Mardin’den Diyarbekir’den geçip kah yaya, kah atlı Muş’a geldik. Muş’tan Erzurum’a ordan da Gars’a geçip doğru Rus cephesine gidip cephe gurduh. Biz cepheyi guranda düşmanın taarruzunu gırdıh. Düşmanın öğünde çoh az zayiat verdik ama bizim asıl düşmanımız amansız sovuhlar, açlıh, susuzluh, aylar süren yaya yolculuhlar, bir de bitler idi. Bitler bizim saçımıza, vücudumuza yapışıp yeyip bitiriydi. Orada da 1 sene galdıh mı, dediler gideceksiniz. Nereye, Musul’a.
Geri geldik Diyarbekir’e, oradan Mardin’e, Mardin’den’den Cizre’ye geldik oradan kevege bindik Musul’a gettik. Musul’a ha! Musul’dan Hamra’ya, orada şeher ha! Hamra’dan Bağdat’a gettik. Bağdat’ta bize üç ay izin verdiler. üç ay bitenden soyna bize birer kat elbise verip gelin gibi süslediler bizi.
Oradan gettik KUT’ÜL AMARA’YA. Bu Kut’ül Amara Basra’dan bu yanda ha. Kut’ül Amara’dan geçip Basra’ya gediysin. Encamı (sonuçta) harbe sohdular bizi. Yalanız oraya gelene gadar yollarda çoh şehit verdik. Gum yuttu, sıcah çarptı, en kötüsü bizim esgerin başında kep vardı. Araplar bunlar Hıristiyan deyi yalnız bulduhları yerde ekserlerimizi hançerliylerdi. Gomutanlar alayımızı yeniden düzene sohdular, İngilizlerin teslim aldığı Kut’ül Amara şehrini gurtarmah için hücuma geçtik. İngilizler gaçıp şeher içine çekildiler. Biz İngiliz’in ordusunu mahzer ettik (muhasara altına aldık). İngilizler altı ay mahzerede (muhasarada) galdı.
Aç Kalan İngilizler Teslim Oldu
Altı aydan soyna biz İngiliz’in erzaklarını ele geçirdik. Erzak bolaldı, bizim asker yeyi. İngiliz aç galınca teyyareynen askerlerinin üzerine erzak atmaya başladı. Ama biz onlara da el goyunca umutları kesildi, teslim oldular. Bizim başımızda Halil Paşa vardı. 10 binden fazla İngiliz’i esir alıp getirdik. Halep ile Mardin arasında demiryolu yohtu, bunları oralarda çalıştırdılar. Bu İngilizler aylar soyna kendi Çanagale ordusunu bir de Basra ordusunu oraya getirdiler. Bütün guvveti oraya verdiler. Bizim orada galan esgerimiz azdı, geri çekildik. İngilizler bizi öğüne gattı gece, gündüz Bağdat, Halep nerdesin deyi gediyik. Toplarınan ateş ediyler, teslim almıylar. Halepliler evlerine gapanıp gapıları kitlediler. İngiliz topları durmadan gışlalara ateş açıyı. Havada 60 tene teyyare göğün yüzünde bizi takip ediyi isteseler teslim alırlar, almıylar. Öglerine gatmış götürüyler.
Gide gide geldik bu yanı cepheye. Bağdat ahalisi de hep evlerine kapandı ortalıhda eskerden başka kimse yoh. Bu İngiliz, topları atıyı gışlalara, süvari gışlasına. Gışlaları hep yahıyı ha. Biz körpüden geçtik bu yanı cepheye geldik. İngiliz artıh Bağdat’ı aldı. Bizim etrafımız sarıldı. Teslim olmayanı ataş edip öldürüyler. Çaresiz teslim olduh. Bizi arabalara bindirdiler, gece boyu yol gettik.
Sabahınan bilmediğimiz bir şehere geldik. Arabadan ikişer ikişer endirip bizi bir meydanda topladılar. Bütün esvaplarımızı çıharttırdılar, çırılçıplah olduh. Birbirimizden utandığımız için ellerimizinen avret yerlerimizi kapatıydıh ama ona da müsaade etmediler. Bizi açıhta gurduhları banyolara sohdular ellerimize de birer sabun verdiler, dökülen suların altında yıhandıh. Yıllardır su görmeyen vücüdumuz eyicene yıhadıh.
Yıhanandan soyna oradaki masaların başındaki Engiliz’e gidiysin sana bir havlu veriyi, gurulanıp soynaki masaya gediysin, sana atletinen tuman veriyi, soynaki masaya gediysin köynek veriyi, soynaki masaya geidysin pantol veriyi. En son masada lastik ayakkabı verdiler. Acımızdan ölüydük, garnımızı da doyurduhdan soyna trene bindirip bizi Pakistan’ın İslamabad şeherine, oradan Hendistan’ın Bombay şehrine, oradan da Singapor esir gampına yerleştirdiler.
Esir Kampındayız; At-Eşek Etinden Başka Yiyecek Yok
Bu Singapor bir ada da ha. Hem şeher hemi de devlet. Engilizler gurmuş dediler. Burada üç yıldan fazla galdıh. Çoh zulum gördük. Çoh esgerimiz burada telef oldu. At, eşşek, domuz gibi hayvanları kesip ağaca asıylar, isteyen kesip yesin diyiler. Biz Müslümanıh bunlar bize haram desek de gıtlıh var, yemezseniz aç galırsınız dediler.
3 yıldan fazla bir zaman soyna Engiliz çavuşlar geldi hazırlanın ‘Konstantine’ye gideceksiniz’ deyince ben gendi gendime herhalım başka bir yerdeki gampa götürecekler diye düşünürken bahdım ki esir gampı usul usul bayram yerine dönüyü. Ula bunlar niye seviniyi derken dediler ki bu ecnebiler İstanbul’a Konstantiniye diyiler deyince havalara uçtum. Bizi bir böyük vapura bindirdiler.
Sene gaç, hangi aydayıh, hatta hangi mevsimdeyik bülmüyüm. Orada sonbahar, gış yoh ki hep yaz mevsimi. Vapur yolculuğu üç ay sürdü. Bir Engiliz subay gelip bize Mustafa Kemal’i anlattı. Dost olduh, sizi Çanakgale’ye götürüp teslim edeceyik dedi. Çanakkale’de bir gısım esgeri serbest bırahdılar, bir gısımı da gemide esir galdı. Ben de esir galanlar arasındaydım. Bizi gemiynen İstanbul’a getirdiler, burada galıp söylediğimiz işleri yapacahsınız dediler. Boğazlar, Marmara denizi düşman gemileriynen doluydu. Bizi kendi hizmet işlerinde gullanmah istediler, yapmadıh.
Soyna birer silah ele geçirip önümüze gelen düşman subayını vurup ya ölecek ya da Anadolu’ya gaçacahdıh. Biz plan yaparken bir gün bir Türk subay gelip isimlerimizi ohudu, bizi alıp asgerlik şubesine eletti. Orada terhis belgemi verdiler. Terhis belgemde 28. Ağustos. 1915 de asger olup, 14.Ekim 1920 de terhis olmuşum. Ama Vatanım işgal altındayken hangi yüznen memlekete gidecem diyerek daha üç yıl İstanbul’dan çıhmadan bu işgal dövletlerinin cephaneliklerini soyup Anadolu’ya gaçıran motorlara yükledik. Düşman birliklerine sabotaj düzenliydik. Başımızda az da olsa sivil geyinmiş subaylar vardı. Ama daha çoh canını vatana adamış kuvvayi milliyeciler vardı.
Ailem Beni Öldü Bilirmiş
Encamı İstanbul’un etrafının yüzlerce top ile çevrildiğini gördük. Mustafa Kemal İstanbul’a geliyi dediler.Düşman eskerlerinde bir telaş, bir telaş değme getsin. Haman boşaltdılar İstanbul’u eskerlerimiz de namluları yere dönük tabur, tabur geldiler. Düşmanın top sandığı meğer zoba borularıymış.
Düşmana göz dağı vermek için bizimkiler yapmış. İstanbu ehalisi Türk esgerlerini bağrına bastı, şenlikler aldı yörüdü. Artıh burada görevim bitmişdi. Yüzümün akıynan memleketime gidebilirim dedim.
15 Ekim 1923 tarihinde İstanbul’dan çıhdım. Haydarpaşa’dan trene bindim. Yol boyunca evler, köprüler yanıh, yıhıh ama milletin yüzü gülüyü. Dört günde Malatya’ya geldim. Ailem, yahınlarım beni öldü bilmişler. Beş sene resmi, 3 sene de geyri resmi eskerlik ki tam sekiz sene vatanım için cepheden cepheye goştum, yüzümün akıynan döndüm evime.
Soyadı ganunu çıhanda, bana ‘ERKİŞİ’ soyadını uygun gördüler.”
***
"…Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : “Üç” dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…"
Nazım HİKMET (Kuvayi Milliye Destanı'ndan)
__________
NOT: Fotoğraflar için Yusuf Erkişi’ye teşekkürler.