DEPREMDE HAFIZAM KALDI
(Editör: Ali YALÇIN)
Hafıza Yazısı: 41
(Fatma ZEREN - Öğretmen)
SANRI…
GERÇEĞİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
“… Ben ölürsem kara kutumu bulamayacaklar.
Ne bir buz yorgunluğu ne bir sinema perdesi yırtık…
Küçük kabrim bir çocuk gibi yalnız duracak…” diyordu dizelerinde sevgili Murat BİLİM Hoca’mız.
Küçük kıyamet dediğimiz o depremden altı gün önce kaybetmiştik Murat Hoca’mızı. Belki de bu felaketlere şahit olmak istemediğinden; hissetmiş olacak ki ayrıldı tüm sevenlerinden sessizce.
5 Şubat Pazar günü Murat Hoca’mızın penceresine karşı oturmuş, onun güzel hatıralarını zikrediyorduk Ferman SALMIŞ Hoca’mla. Çoğunlukla o anlatıyor, ben dinliyordum. Ne de olsa Murat Hoca’yı otuz yıllık bir dostu anlatıyor, en güzel buradan dinlenir diyordum. Hocamızın vefatından sonra (31 Ocak 2023) onun sağa sola dağılmış şiirlerini, dizelerini ivedilikle bir araya getirmişti. Ondan geriye sayfalarını karıştıracağımız bir kitabı kalsın diyeydi bu çabası, görüyordum. Belki de onunla son kez ortak bir paydada buluşmak istiyordu, belki de ansızın gelen ölümün onu sessizce götürüşünü kabul edememiş de ona yakışacak vedanın bu olduğunu düşünüyordu. Bizce de yakışanı buydu… Bizlerin birkaç yıldır tanıdığı, onun ise yarım ömürdür dostluğunu paylaştığı değerli hocamızın aziz hatırasını güzel bir ezgiyle bırakmaktı amacı. Belki de dostluklarının nişanesini yaşatmak… Murat Hoca’m arkasında böyle güzel bir dostu olduğu için çok şanslı, bunu gördüğüne de eminim.
O gün hocamızın şiirleri üzerinde nasıl bir çalışma yapacağımızı sevgili öğretmenim Ferman SALMIŞ ile istişare ettik. Çayımızın demi acı, kahvemizin telvesi kekremsi bir tat bıraktı. Suyla biraz yumuşatalım dedik yumru yumru olmuş boğazları. Suyun tadı olmaz derler ya! Vardı. Gözyaşının tuzuyla karılmıştı. İçeriden akıyordu öğretmenimin yaşları, hissediyordum. Hüzün eşliğinde, biraz dalgın çokça buruk bir şekilde, Öğretmenevinin önünden küskün çocuklar gibi geçtik. Bir vedaydı bu, itiraf edemediğimiz…
Karanlık sokakları sulu sepken aydınlatıyordu. Adım adım yürüdük Malatya kaldırımlarını, son yanışıydı yeşil ışığın… Son görüşmeydi bu, bilmediğimiz…
Şiir dosyasını öğretmenimden alır almaz akşam hızlıca üzerinde çalışmaya başladım. Amacım sabaha kadar dosyayı yetiştirmekti. Evet, öğretmenim yarına yetiştirmem için acele etmemi söylememişti ama nedense Murat Hoca’mızın hatırasına sunacağımız katkının gecikmesini istemiyordum. Sanki ondan yadigâr kalan şiirlerle onu aramızda var edeceğimize inanıyordum. Hâlâ da inanıyorum…
O gece 02.30’ a kadar dosya üzerinde çalışmış, neticede bitirmiştim. Son bir tarama kalmıştı geriye. Onu da seherin aydınlığında berrak bir zihin ve keskin gözlerle yapmak istedim. Ve Murat Hoca’mızın “Vurulma Zamanı” şiirinin son dizesini içimden tekrar ederek uykuya geçtim: “…Göçle umut arasındayım; söz biter, yol uzar…”
Uzayacaktı yol içimizde; duraksız, limansız, güneşsiz. Bitecekti söz o geceden sonra; geriye sadece sessiz çığlıklar kalacaktı. Birkaç saat verdi her şeyin sahibi.
Onun değerli hatırasına sunacağımız bu güzel gönül işinin içinde yer almanın vermiş olduğu huzurla gözlerimi kapattım…
04.17… “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” Hemingway’den çaldım bu sözü, bir savaşın ortasındaymışçasına. Bizimkisi de ölmek ile kalmak arasında verilen bir savaş değil miydi?
O günden bugüne zihnimden ve gözlerimden, en önemlisi yüreğimden silinmeyen tek çerçeve; zifiriye bulanmış beton duvarlarla saniyeler dolu bakışmamdı. Saatlere bedeldi, orası ayrı. Korktuğumdan değildi bu kitlenişim, olacağına varsın teslimiyetimdi. Kapkara duvarlar bana baktı, ben onlara… Birlikte ölüm dansına kalkmış gibi sallanıyorduk kucak kucağa. O an düşündüğüm tek şey; sadece benim değil, birçok kişinin düşündüğü şey ne zaman duvarlarla birlikte aşağı göçeceğimizdi.
Her göç geride bir şeyler bırakır. Biraz hasretlik, biraz gözyaşı, çokça hayaller… Yüzlerle, binlerle bıraktık ruhumuzu o gece korkunun zulmetine.
Bir kesitti bu; o güne bırakmak istediğim. Dahası var elbette; şehrimde, memleketimde, yüreklerde… Bir acı düşmedi haneme hamdolsun. Ama düşmüş olsaydı da ancak bu kadar yaralardı, bu kadar ağlatırdı. Nice insanların acısına, feryadına, ruhundaki sancıya şahit olduk. Onlarla ağladık, onlarla kederlendik, onlarla nefesleri tuttuk.
KAR… “Beyaz Ölüm…” dedikleri. Soran olursa sever misin diye?..
Bir sevgi kırıntısı vardı elbette ancak şimdi değil bir kırıntı, ismi dahi kalmadı sevgi sözlüğümde. Nice güzel ümitleri, kor gibi yürekleri örttü çarşaf niyetine, ölüm izniyle.
Neşemiz biraz kaçak, gülüşlerimiz biraz baygın, kalplerimiz biraz yorgun, umudumuz biraz kırgın, ateşimiz çokça harlı…
Her şeye rağmen hayattayız, nefes alıyoruz. Ne çok şükür sebebi. Hüzün; anlatmayla bitmez, ne kalır sonra şiirlere, şarkılara, türkülere, ıslıklara… Bir muştuyu bekler gibi bekliyoruz akrep kıskacında.
Ali YALÇIN Hoca’mız bir hafıza kaydı bırak dedi, üstü göçmüş altı kalmış “Şubat”a. Bıraktım ben de en suskunundan…
Her ölüm bir sanrı değilmiş… Anladım…
06.02.2024
foto: burhan karaduman