DEPREMDE HAFIZAM KALDI- (Hafıza Yazısı: 14 –Prof. Dr. Gökhan TUNCEL / İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı)

DEPREMDE HAFIZAM KALDI- (Hafıza Yazısı: 14 –Prof. Dr. Gökhan TUNCEL / İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı)
A- A+

DEPREMDE HAFIZAM KALDI

(Editör: Ali YALÇIN)

Hafıza Yazısı: 14

(Prof. Dr. Gökhan TUNCEL İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı)

Depremi Sorularda Yaşamak

Deprem hayatımıza dair hemen her şeyi etkiledi. 6 Şubat 2023 Pazartesi sabahı ve öğleninde yaşadığımız depremleri unutamayız. Zaten o günden sonra yaşanan artçılar da memleketi terk etmeyenlerin medyadaki haberler de deprem bölgesi dışındakilerin depremi her daim hatırlarında tutmasına aracılık ediyordu. Ya sorulara ne demeli. Amacının dışına çıkan pek çok soru zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde depremin, acı ve hüznün yeniden yaşanmasına yeniden oluyordu. Oysa soru soranın amacı bu olmamalıydı, bu da değildi zaten. Her ne kadar bazı sorular depremle birlikte hayatımıza girmiş olsa da pek çoğu deprem öncesinde sürekli muhatap olduğumuz sorulardı. Hayatımızda sürekli muhatap olduğumuz sıradan bir soru dahi bizi kime, nereye ve hangi zamana götürüyordu. Kim nereden bilsin. Bizim biz olmadığımızı.       

Depremin ilk anından itibaren bilmediğimiz bir dünyaya, yeni bir hayata adım atığımızı nereden bilelim. Tarihte eşine ender rastlanan bir afeti yaşıyor, olağandışı bir sürece giriyorduk. Çevresini tanımaya çalışan ve yeni yeni konuşmaya başlayan çocuk misali sorular soruyor, sorulara muhatap oluyorduk. Çocukluğumu bilmem ancak tüm talebelik ve hocalık dönemimde bu kadar çok soru sorduğumu veya bu kadar çok soruya muhatap olduğumu zannetmiyorum. Bu sorular soru sormak için sorular da değildi. Olan biteni anlamak, asli ihtiyaçları gidermek, bu imtihanın üstesinden gelebilmek amacıyla dillendirilen sorulardı. 

Depremin ilk günlerinde bizleri sorudan daha çok sorulara verilen cevaplar etkilerken,  zaman geçtikçe bu tersine dönmeye cevaptan daha çok soruların bizleri etkilediğini kavradım. Deprem ilk anından itibaren hatun, kızım, anneciğim, babacığım, gardaşım, bacım, ablacığım, yeğenim, amcacığım, dayıcığım, bibiciğim, teyzeciğim, komşum iyi misin? Neredesin? Ne haldesin? Geleyim mi? Sizi alayım mı? Bir ihtiyacınız var mı? Memlekette durum nasıl? sorularına verilen cevaplar çok ama çok önemliydi. Çok şükür yaşadığım Malatya ve memleketim Doğanşehir’de depremin etkilediği diğer üç ille kıyaslandığında yıkım çok olsa da, can kaybı çok daha az olduğu için sorduğum sorulara verilen cevaplar ile bana sorulan sorulara benim verdiğim cevaplar bizleri sevindiriyordu. Ancak kardeşim gibi sevdiğim bir dostumun annesinin vefatı, Adıyaman, Maraş ve Hatay’dan gelen acı haberler ise herkes gibi beni üzüyordu. 

Kızlarım başta olmak üzere çevremde hemen herkes bulunduğumuz yerlerle ilgili, burası güvenli mi? Emin misin? sorusunu sorarak endişe ve korkularını ifade ediyordu. Bu arada yıkılan binaların enkazında çalışan arama kurtarma ekibinin, sesimi duyan kimse var mı? sorusuna verilecek cevap çok önemliydi. Yine aynı şekilde enkaz altından gelen, sesimi duyan kimse yok mu? sorusunu duyup, soru sahibine yardım edecek birilerinin olması da çok ama çok önemliydi. 

Depremde kendisini dışarı atanlar kendi kendine veya çevresindekilere bu soğukta ne yapacağız? Nerede kalacağız? Ne yiyip ne içeceğiz? Sorularını sormaya başladığı andan itibaren sorular cevaplara galebe çalmaya başlamıştı. Ardı arkası kesilmeyen sorular peş peşe geliyordu. Depremde yakınlarınızdan ölen kalan var mı? Evinizin durumu nasıl? Neye ihtiyacınız var? Para göndereyim mi? Nereye gittiler? Biz de mi gitsek? Orası bizler için daha güvenli olmaz mı? Nerede su, ekmek, battaniye veya çadır bulabilirim? Suyu, ekmeği, çorbayı, yemeği, battaniyeyi, akaryakıtı nereden aldınız? Burada kalabilir miyiz? Yardıma ihtiyacınız var mı? Yardım edeyim mi? Nerelisiniz? Ne iş yapıyorsunuz? Haber var mı? Nasıllarmış? Bir taraftan bu sorulara muhatap olurken diğer taraftan bu soruları sormadan kendimi de alıkoyamıyordum. Sorulan sorulara cevap vermeye ve bu soruların gereğini yapmaya çalışan ben, sorduğum soruların da istediğim veya beklediğim gibi cevaplanmasını ümit ediyordum. Ama her zaman ümit ettiğim gibi olmuyordu. 

Komşularım, öğrencilerim, mesai arkadaşlarım ve hemşerilerim depremde vefat etmişti. Adıyaman’da yaşayan yakın bir arkadaşım uzun süre enkaz altında kaldıktan sonra her iki bacağını da kaybetmişti. İçinde kendi evimizin de bulunduğu koskoca bir ilçe de depremde yerle bir olmuştu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen güvenli olduğu iddia edilen bir ilkokulda kırk kişi bir sınıfta geceliyor, gelen yardım tırlarını boşaltıyor ve fırsat buldukça şehir merkezine giderek yardım faaliyetlerine katılıyordum. Zorlu hayat şartları ve gördüğüm olumsuz manzaralar konuşmamı ve çalışmamı engellemiyor daha da önemlisi huzurumu kaçırmıyor ve beni ümitsizliğe sevk etmiyordu. Sorular soruyor, sorulan sorulara bazen kısa bazen de uzunca cevaplar veriyordum. Boğazım düğümlenmiyor, dilim bağlanmıyor, gözüm de hiç yaşarmıyordu. 

Ne zaman ki, eşim ve üç kızım dışında kalan tüm aile fertleri, yakın akraba ve arkadaşlarım Malatya dışına çıktı. İşler değişti. Depremden on beş gün sonra aile fertlerini İstanbul’a kayınpederime götürmeye karar verip yola koyuldum. Soru soramaz sorulan sorulara da cevap veremez oldum. Özellikle yöneltilen her soru, ilgisi olsun veya olmasın yaşadığımız depremlerden daha fazla sarsmaya başlamıştı. Sorulan her soru bana daha dramatik ve travmatik bir şekilde depremi yeniden yaşatıyordu. Uçağa binmek için sıraya girdik, sırada beklerken İstanbul’da kalacak yeriniz var mı? sorusuna cevap veremedim. Gözlerim doldu. Uçağa bindiğimde küçük kızım baba geri dönecek miyiz? dedi. Evet tabi ki döneceğiz kızım dedim. Ne zaman döneceğiz? dedi. Sustum, yutkundum, gözümden yaşlar boşaldı. Uçaktan indik, havaalanı çıkışında deprem bölgesinden geldiğimizi anlayan orada stant kuran bir derneğin gönüllüsü iki genç yanımıza geldi ve bir ihtiyacınız var mı? dedi. Yok işareti yapmaya çalıştım. Çünkü konuşamıyordum. Konuşmak için ağzımı her açtığımda ağlıyordum. Nasıl ağlamayayım daha düne kadar her türlü nimete sahip olan ben, ihtiyaç sahibi gibi görülüyordum. Bizi havaalanı çıkışında bekleyen servise getiren gönüllüler görevliye Malatya’dan geldiğimizi söylediği için bizden ücret alınmadı. Kendimi tutamadım servisten inene kadar ağladım. Görevliler ve eşim beni teskin etmeye çalıştıkça daha çok boşaldım. Hayatım boyunca bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum. 

Ailemi İstanbul’da kayınpederlere yerleştirdikten sonra Malatya’ya geri döndüm. Malatya’da kaldığım süre içerisinde soru sorarken ve sorulan soruları cevaplarken çok zorlandığımı söyleyemem. Ancak ara ara ailemin yanına İstanbul’a gittiğimde sorularla aram hep bozuktu. Pazarda, markette, parkta, camide veya başka bir yerde insanlarla konuştuğumda memleketimin sorulmasını hiç ama hiç istemiyordum. Oysa şimdiye kadar sorulduğunda, zevkle ve aşkla söylediğim Malatyamı, Doğanşehirimi ağlamadan söyleyemez olmuştum. 

İşin garibi İstanbul’da yaşayanların iletişimi de depreme dair sorular üzerine kurulduğunu gözlemledim. İstanbul’da da yakın bir zamanda büyük bir deprem bekleniyormuş. İnsanların gündemini apartmanın sağlamlık testini yaptırdınız mı? Eviniz sağlam mı? Kentsel dönüşüm konusunda komşularla anlaşabildiniz mi? TOKİ mi, KİPTAŞ mı yoksa mütahite mi yaptıracaksınız? gibi sorular ve bu sorulara verilen cevaplar belirliyordu. Her ne kadar bu süreçte aynı binada yaşayan birçok insan, komşu olduğunu düşünmediğimi belirteyim, birbiriyle mahkemelik olsa da, depreme dair bu soruların hayatlarına çok etki ettiğini söyleyemem. 

Malatya’da bulunduğum süre zarfında depremle ilgili birçok soru kamuoyunu meşgul etse de sorular ağırlığını kaybetmeye başlamıştı. Devlet mi var kardeşim? Keşkesi olan bir belediye başkanınız var mı? Fay hattının üzerine mi yapılmış? Naci Görür hoca bu konuda ne diyor? Evinizin hasar durumu ne? Ağır mı, orta mı, az hasarlı mı yoksa hasarsız mı? DASK’ın var mıydı? Sigortadan paranı aldın mı? Deprem yardımı yattı mı? Kira yardımı alıyor musun? AFAD’da tanıdığın var mı? Konteyner talebin oldu mu? Kolon ve kiriş gibi taşıyıcı sistemde sorun var mı? Hangi siteydi? Zemin sıvılaşması var mı? Etrelerin aralığı uygun mu? İşçilik hatası var değil mi? Siteniz için üniversiteden hasar durum raporu aldınız mı? Dava açtınız mı? TOKİ’den mi ev alacaksın yoksa yerinde dönüşüme mi müracat edeceksin? Ağır hasarlı binalar ne zaman yıkılacak? Orta hasarlılar ne olacak? TOKİ evleri ne zaman teslim edecek? Bu sorular psikolojik yönden toplumun normale dönmesini olumsuz yönde etkilese de, laf olsun diye sorulan soruların ötesine geçmiyordu.   

İstanbul’da bana yöneltilen sorulara cevap verirken zorlanmaya alışmıştım. Ancak bir zaman sonra Malatya’da da bazı sorular bana çok ağır gelmeye başladı. Oysa bu ve benzeri sorular Malatya ticaretinin kalbi sayılabilecek Yeni Cami civarında gezen hemen herkes tarafından sıklıkla kullanılmaktaydı. Boş bir tarlayı andıran bölgede gezinen insanlar, burada ne vardı? sorusunu sormakta veya bu soruya muhatap olmaktaydı. Soruyu soran da soru sorulan da soru ve cevap karşısında şaşırdığı izlenimi vermeye çalışsa da, aslında çok etkilenmeden yoluna devam etmekteydi.   

Sorudan ziyade soruyu soran ile bu soruya muhatap olanın kimliği, sorunun sorulduğu yer ve zamanın ne kadar önemli olduğuna bir kez daha şahit oldum. Nine ve torunun farklı zamanlarda aynı yerle ilgili sorduğu bir soru var ki, bana depremi fazlasıyla yeniden yaşattı. Kardeşlerim ve annem üç aylık bir ayrılık sonrası kendilerine kucak açan Aydın’daki yeğeninin yanından ayrılarak Malatya’ya geldi. Depremde Malatya’da olan ve sonrasında üç ay Aydın’da yaşayan Annem, evini, mahallesini yetmiş üç yıllık hayatının tamamını geçirdiği Doğanşehirini görmek istedi. Birlikte Doğanşehir’e yola çıktık. Ben daha önce ara ara Doğanşehir’e gittiğim için ne halde olduğunu biliyordum, daha doğrusu bildiğimi zannediyordum. Ta ki annemle Doğanşehir’e girene kadar. Evimizin ilçe merkezinde, Polat yoluna dönülen kavşağı köşe başında Vahap Küçük Meydanı’na bakıyordu. Meydanın girişinde arabayı durdurdum. Annem arabadan indi sağa, sola, aşağı yukarı baktı ve benim evlerimiz neredeydi? diye sormaz mı? Yetmiş üç yıllık baba evi, elli üç yıllık kendi evi yoktu. Evlerin kendisi yoktu yok olmasına da evlerin nerede olduğunu gösterecek bir işaret dahi kalmamıştı. Mahalledeki bütün evler yıkılmış enkazlar kaldırılmış ağaçlar ve direkler yerinden sökülerek başka yere taşınmış, cadde ve sokaklar kısaca Doğu Mahallesi yok olmuştu. Bizim evlerin bulunduğu mahalleye konteyner çarşı kurulmuştu. Annem hafızasını yitirmemişti ancak hafızasına işlerlik kazandıracak bir işaret bulamıyordu. Ve ben annemin bizim evlerimiz neredeydi? Sorusu karşında yutkundum, sustum ve bir kez daha ağladım. Sorular bana bir kez daha depremi yaşatmıştı. Aynı soruyu daha sonraki ziyaretimde yanıma aldığım küçük kızım da sorunca, kızımın İstanbul’a giderken uçaktaki, “baba geri dönecek miyiz?” sorusunu aklıma getirdi. Sonunda anladım ki sorular olmadan geriye dönmek ne mümkün. Soruları, bize bazen ağır gelse de, külfet olarak görmemeliyiz. Çünkü soruları toplumsal hafızamızı canlı tutan birer nimet bilmeliyiz. Unutmayalım, sorular etkisini sorandan, sorulandan, sorulan yer ve zamandan almakta.

Kubbedagi.com'da yayınlanan haberler kendi haber merkezi veya haber paylaşımı yaptığı müstakil diğer haber sitelerinin haberleridir. Bu nedenle Pütürge-Doğanyol Eğitim Vakfı kaynaklı haberlerin dışında diğer haberlerin alınıp başka sitelerde yayınlanmasına kesinlikle izin yoktur.

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.
Çok okunanlar